Nedense domatese karşı küçüklüğümden beri garip bir ilgim var ve domatesi çok severim.
Nedenini geriye doğru bakıp kurcalayınca, bulduğum "domatesli anılar" şunlar:
Ankara... İştahsız çocukluk yıllarımda -bademcik ameliyatı olup "gürbüz"leşmeden öncesine rastlar- babamın "Nar gibi domatesle beyaz peynir/Biraz ekmekle beraber yenir" şarkısını sık sık söyleyip, pişmiş yemeklerden kaçan kızına "hiç değilse bunu yesin" diye yarattığı "kolaylık"? Belki. "Ali Babanın bir çiftliği var, çiftliğinde .... var" ile büyüyen bir kuşağız, ondan da olabilir...
Komşumuz "Zübeyde Hanım teyze"nin bahçesinde yaptığı domates salçaları... Her yaz sonu mahallenin hemen tüm çocukları salça günlerine katılırdık. Hem de herkesin bir işlevi olurdu. Kimi içine sinek kaçmaması için birşeylerin üzerine yayılmış domates püresini yelpazeler, kimi herşeye rağmen "duhul etmiş" olanları bir çöple çıkarır, kimi kocaman tencerelerde tahta kaşıkla salçalaşmaya başlayan karışımı karıştırır dururdu... Mis gibi bir koku. Kıpkırmızı bir oluşum. Hergün gözlemlenen bir değişim, dönüşüm. Aynı Zübeyde teyze benzer biçimde -mahallenin çocuklarını da işin içine kısmen katarak- tarhana da yapardı. Onurlanırdık. Kocası da o zamanki Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın aşçısıydı galiba.
Gelibolu... Ağabeyimle birlikte "Gelibolu'nun yerlisi" bir ailenin bizi -Lapseki'ye miydi, Çardak'a mı, şimdi orasını da tam hatırlamıyorum- davet ettiği piknik... Motorla Çanakkale Boğazı geçilmiş... Yemyeşil bir bahçe... Dalından yeni koparılmış domates, soğan, -birşeyler daha- iştahla yenen bir kır yemeği hatırlıyorum... Küçük, yusyuvarlak, kırmızı bir (1) domates vardı yerdeki sofranın tam ortasında. Herhalde miktarı fazla değildi ki kimse yemiyor, herkes başkasına ikram ediyordu...
Sokakta oynarken, karnı acıkan çocuklara bazen anneleri kırmızımtrak ve ıslanmış ekmek dilimleri verirdi. "Bu nasıl bir ekmek böyle?" diye sorulduğunda, annenin bir domatesi ortadan kesip o dilimin üzerine iyice sürttüğü anlaşılırdı...
"Asit salisilat"! Salçaya konulduğu bilinen şey. Annemle babamın konuşmalarında bazen bu da geçerdi. Annem salça yapmazdı ama nedense babamla zaman zaman "asit salisilat" tartışması yaparlardı. Babam onun aslında "salisilik asit" yani "aspirin" olduğunu söyler, annem de inanmak istemezdi. Eczaneden toz halinde satın alındığından, o mu anlamak istemezdi, babama kafa tutmuş olmak için mi direnirdi? Bilemiyorum.
Kuzguncuk... Anneannem, teyzelerim, büyük aile evimiz "41 Numara"nın arka bahçesinde salça yaparlardı. Ama küçükleri hiç karıştırmadan. 41 Numara anılarımda domatesi daha çok çoban salatası içinde bir renk, karnıyarıkların üzerinde süs malzemesi, kimi zaman en büyük teyzemiz "Hapuci"nin -o zamanlar Halide Pişkin'in radyo skeçlerinde sık sık yaptığı benzetmeyle "rugan pabuç" gibi zeytinyağlı patlıcan dolmaları yaparken, arada onu da- doldurduğu, "zeytinyağlı dolma" biçiminde hatırlıyorum. (Hakkı Devrim "Kim bu Halide Pişkin derseniz, onu da aile büyüklerinize sorun" diyor! Demek ki biz de "aile büyükleri"den olduk!)
Göztepe... Sonraki yıllarda "domates" gitgide "manavdan ya da marketten alınan sebzelerden biri" oldu ve lezzeti, kokusu, rengi, boyutu, çekirdekleri, çocukluğumdaki domateslerden uzaklaştı.
Çağla daha bebek... Mama iskemlesinde. Bende "yemeğini kendi yemeye alışsın" telaşı. Sebze püresinden tabakta haşlanmış sebze paletine geçmişiz artık. Herşeyi kendi başına ve elleriyle yiyor. Tabaktan ilk önce kırmızı domatesleri topluyor. Sonra diğer renklere geçiyor. En son beyazları yiyor...
Son on- onbeş yıldır, "domates" deyince akla ilk "hormon" gelir oldu. Domateslere karşı türlü savunma mekanizmaları geliştirdik.
"-Hormonlu domatesi nasıl anlarız?"
"-Kolay, altında sarı bir yıldız varsa kaç ondan, kesin hormonludur!" (Üstelik bunu bir seyahat dönüşü Gelibolu çıkışı kara yolu üzerindeki domates satıcılarından biri, bir kadın öğrettiydi bize. Sattığı domateslerin çoğunun altının güneş gibi sarı yıldızlı olduğunu da dönüşte farkedip, hayıflanmıştık.)
"Kesersin, içinde büyük boşluklar varsa, çekirdekleri jöle gibi bir araya toplanmış ve yeşil noktacıklar halindeyse hormonludur!"
"Dibi yuvarlak değil de iğne gibi sivriyse..."
"Kokla. Domates gibi kokmuyorsa..."
Derken birileri çıkıp "hormon"un, "organik tarım"ın ne olup ne olmadığını anlatmaya kalktı kitle iletişim araçlarında: "Hormondan korkmayın, zehir atılıp, erken toplanmıştan korkun!"
Ama nafile. "Hormonlu" sıfatı bir kere yapışmıştı domateslere ve dilimize. Neyse neydi. Domatesler bozulmuştu bir kere.
Sonraları "salkım domatesler" çıktı ortaya beyaz poliüretan ambalajlarda selofanla örtülü. Aman ne güzel mis gibi kokuyor. Ama ne mümkün. Koku hemen kayboluyor, lezzet hakeza!
Arılara ek görev verenler mi çıkmadı? Kimi domates paketlerinde "bunlar çok özel domateslerdir, arılar tarafından döllenmiştir" yazmaya başladı.
Güzel domatese hiç mi rastlamadık?
Rastladık. Mesela Akhisar'da. Sadece Akhisar içinde tüketilen, dışarıya satılmayan harika domatesler gördük. Çanakkale'de rastladık. İstanbul'da "Çanakkale bunlar" diye her türlüsü satılan domateslerin içinden bu kez "Çanakkale'yi anlama uzmanlığı" geliştirdik... Bozcaada... Sivri İtalyan domatesleri. Çocukluğumun Gelibolu'sunda da vardı onlardan... Bozcaada dönüşü domates reçeli yapmayı denedim hayatımda ilk kez. "Reçel yapmaya başlamanın da bir yaşı vardır" diyen Simone de Beauvoir'u hatırlayarak...
Sonuçta bir "domates sorunsalı" yaşamaya başladığımı söyleyebilirim.
Hem sevdiğim hem tedirgin olduğum bir şey oldu domates benim için.
Yalnız da değilim bu konuda. Pablo Neruda'dan Picasso'ya kadar herkes "domates" ile ilgili. Bunu Milliyet için bir ara yazdığım yazıların birinde de "kanıtladım" hatta! :)
Artık bu web-kütüğünün açılış nedeni olan konuya geliyorum...
Geçen yıl ÇEKÜL'den arkadaşım Sevinç Baliç (şimdi burada) bana bir seyahat dönüşü "yeşil" domatesler getirdi. "Bunları güneşte bekletirsen olgunlaşıp pembeleşecekler" dedi. Ben de öyle yaptım. Resimde, en soldaki o vakit hala yarı yeşil kalmış olan "pembe domatesler" ile böyle tanıştık.
O sırada bir yandan Kaybolan Tatlar Grubu, bir yandan yemek/gurme günlüklerinde pembe domatese dair çok şey okumuştum. Bir yerde "çekirdeklerini güneşte kurutup saklayın, sonra ekersiniz..." diye bir şey görünce, bu domateslerin çekirdeklerini de güneşte kurutup saklamıştım (Onları önce bir kağıt peçetenin üzerine yaydım. Bir iki gün kuruttuktan sonra kağıtlara sarıp, bir naylon torba içinde derin dondurucuya attım. Sonra da orada unuttum onları...)
Nisan başında geçen yıl İstanbul'u terkedip "Ekoturizm" ağırlıklı yepyeni bir yaşam biçimi seçen arkadaşım Münevver Eminoğlu, organik tarımla ilgili yeni girişimi (Ömercan Çiftliği) nden sözeden bir mesaj gönderdi. Kuruluşunu sevinçle karşıladığım bu çiftlikte güzel domatesler olup olmayacağını sordum tabii hemen. O sırada buzluktaki pembe domates tohumları aklıma geldi. Münevver'e "Size iletirsem işe yarar mı acaba, çok ender ve nazlı olduğu söylenen pembe domates türü de böylece yayılmış olur" dedim. O da eko-çiftlikte pembesi dahil her türlü domatesin ekili olduğunu söyledi ve "Sen onları kendin evde eksene şimdi, tam zamanı" dedi... "Sahi mi, olur mu yahu?" dediğimde de bana cesaret verdi.
İşte "apartmanda pembe domates" serüveninin tohumları da böyle atıldı...
Bu web-kütüğünde, bu nazlı niyazlı, korkunç lezzetli domatesleri, şehrin göbeğinde, yoğun trafiğe cepheli bir İstanbul apartmanında yetiştirip yetiştirmeyeceğimizi hep beraber göreceğiz... Münevver bu domatesin çıkacağına çok inanıyor. Bu yüzden eğer becerirsek, ilk çıkanlara "pembe Münevver domatesleri" adını vereceğim! Ola ki benzer serüvenlere kalkışan çok kişi vardır. Ben bu işe girişirken Internet'te "evde yetiştirme" konusunda çok fazla kaynak bulamadım. Biraz da bu yüzden bu web-kütüğünü açtım. Yorum yazmak, deneyimleri paylaşmak için de her türlü "blog" olanağı açık...